Kaynak: http://cmonstah.tumblr.com/
3 Kasım 2011 Perşembe
27 Ekim 2011 Perşembe
Mimarlar-1
Brigitte Weber
Cengiz Bektaş
Emre Arolat
Kerem Erginoğlu & Hasan Çalışlar
Murat Tabanlıoğlu
Canımın sıkıldığı bir anda kalemimi elime aldım, umarım kimse alınmaz. Sonuçta bendeki kabiliyet de bu kadar.
13 Ekim 2011 Perşembe
H. H. Holmes ve Kanlı Oteli Hakkında Bir Deneme Yazısı
Herman Webster Mudgett ismi size tanıdık geliyor mu? Mimarlık kitaplarında ya da dergilerde pek adı geçmeyen bir kişidir Herman. Zaten hayatı boyunca tek bir bina yapmış bir adamı neden anlatsınlar size. Ben internette öylesine gezinirken rastladım kendisine ve itiraf etmem gerekirse onu ve inşaa ettiği Kale ( Castle ) ismini verdiği otelini görür görmez çarpıldım.
Herman'ı diğer mimarlardan ayıran özelliği bir seri katil olması, hem de ne katil; Amerika'nın bilinen ilk seri katili. Öyle ki Herman yakalandığında Serikatil diye bir kelime bile olmadığından Multi-katil demiş gazeteler.
Biraz daha ayrıntıya girmek gerekirse Herman küçük bir kasabada parasız bir çocuk olarak başlıyor hayatına. Nasıl yırtarım sorusuna cevap olarak da zengin bir dulla evlenmekte buluyor cevabı. Ki karısının parasını yemek hayatı boyunca cevabını aradığı bu soruya bulduğu en masumane yanıt.
Daha sonra karısını arkada bırakıp büyük şehre gelip tıp fakültesinde okumaya başlıyor.
Okuduğum kimi kaynaklarda aslında ilerideki cinayetleri için eğitim almayı istediğinden tıp fakültesine girdiği söyleniyordu. bazılarına göreyse cinayet fikri daha sonradan ortaya çıkmıştı.
Herman, üniversite yıllarında karısından gelen parayla kıt kanaat geçinmeye çalışırken fakülte hademesinden karlı bir iş kolu öğrenir. Kimsesizler mezarlığından ceset çalıp diğer öğrencilere satmak. Okuldaki kankasıyla mezar soyup ölü bedenleri satarken Herman, bu mezar soygunculuğunu daha karlı bir hale getirmenin yolunu bulur;
Sigorta dolandırıcılığı fikri basittir, bir aile oluşturacak şekilde cesetler bul (anne, bana, çocuklar) sonra da bunların adına sahte sigorta poliçeleri hazırlayıp bankayı dolandır. Ama Herman bir aile oluşturacak kadar ölü bulmanın sandığı kadar kolay olmadığını görmüş. Sonuçta taze beden bulmak zor, çürümüş bedene de kaza süsü veremiyordu.
Yine de sevgili katilimiz soruna bir çare bulmuş ve kendi ölümünü tezgahlamıştır. Taze ceset olayını da üniversite yıllığına ''Tek ve gerçek dostum'' yazdığı suç ortağını öldürerek çözmüştür.
Şuna bak, insan birlikte mezar soyup sigorta dolandırıcılığı planladığı arkadaşına da güvenemeyecekse bu Dünya'da kime güvenebilir?
Bu noktadan sonra adını H.H. Holmes olarak değiştiren Herman yaşlı bir çiftin eczanesinde kiracı olarak kalmaya başlar. Yaşlı adam hastalıktan öldükten sonra dul karısı ansızın herşeyini Holmes'a bırakıp şehri terkeder . Neden olmasın?
Ve Holmes'un dahiyane projesi başlar. İnşaat süresince sürekli mimari planları ve inşaat ekibini değiştirerek binanın gerçek planları kendinden başkasının öğrenmemesini sağlamış. Bazıları mısırlı firavunlar gibi inşaat ekibini de öldürüp gömdüğünü söylüyor ama buna dair bir bilgi yok.
Holmes'un Englewood mahallesine inşaa ettiği 3 katlı Kale'si dışarıdan bakıldığında zemin katında dükkanların ve Holmes'un eczanesinin olduğu, sıradan bir otel gibi gözükür halbuki içi penceresiz odalar, tuzak kapılar, gizli geçitlerle dolu bir cinayet aletidir.
Holmes otelini hızla hizmete sokar ama asıl vurgunu 1893 Şikago Dünya Fuarında yapar. Şehre akın eden yüzlerce insan otellere doluşur. Bir seri katil için av sezonu gibi.
Peki bir binayla nasıl adam öldürülür ? Holmes'un en çok başvurduğu yöntemlerden biri 2. kattaki ofisinde insanları zorla kasasına kapatarak boğarak öldürmekti. ( Sevgililerinden biri de bu talihsizliği yaşamıştır) Peki içi müşterilerle dolu bir otelde kimseye görünmeden nasıl bir cesetten kurtulursunuz?
Holmes bunun için birbirinden bağımsız iki ayrı koridor tasarlamıştı.Cesedi ofisinden sürükleyerek çıkartıp yandaki bir odaya geçiriyor, oradan da bir başka odaya ve yerde gizli bir kapağın olduğu bir banyodan aşağı 2. kattaki banyoya atıyor. Sonra da merdivenlerden inip ikinci katta kurbanının yanına gidiyor. Orada gerekli işlemleri yaptıktan sonra yine bir yer kapağından cesedi aşşağı bodruma indiriyordu. Holmes insanlara çekler imzalatıp öldürdükten sonra cesetlerini kimyasallarla çözüp iskeletlerini tıp fakültesine satıyordu. Ufak tefek bir adam olmasına karşın elini kirletmekten çekinen biri değildi ama bir kurbanının kafasını sandalyeyle parçaladıktan sonra onu fakülteye satamayacağını farketmişti. Cesetleri bu kadar itinayla indirmesinin sebebi bu olsa gerek.
1893 Kolombiya Dünya Fuarında, Holmes altın günlerini yaşadı. Şehre gelenin gidenin hesabı yoktu.
Ama kendilerinden bir daha haber alınamayan insanlar birilerinin dikkatini çekti. Hayır tabi ki polisin değil, sigorta şirketinin. Sürekli çek imzalamak zorunda kalan sigortacılar huysuzlanınca Holmes çareyi hava değişikliğinde buldu.
Oteli yaptırırken tanıştığı ve sonrasında işe alıp kas gücü olarak kullandığı eski sabıkalı Ben Pitezel'e bir plan önerdi. Benimle gel ülkenin diğer ucuna gidelim. Seni ölü gibi gösterip ailenin sigorta parasına konmasını sağlayalım.
Her gün korkunç cinayetler işlemesine yardım ettiğin bir adama güvenemeyeceksen... Sonuç olarak planda anlaşılır ve Holmes, Ben Pitezel'in ölü gözükmesi konusunda baya hassas davranır. Daha sonra bayan Pitezel'e, kocasının çok daha önceden yazdığı bir mektupla giderek , çocukları babalarına götüreceğini söyler ve en küçük çocuk hariç iki kız kardeşi ve erkek kardeşlerini yanına alıp gider. Daha sonra ortaya çıkarıldığına göre önce erkekten kurtulmuş ve onu bir eve gömmüş, kızları ise kendi hazırladığı ses geçirmez bir sandığa kapatarak boğarak öldürmüştü.
Sigorta şirketinin dedektifi Holmes'un tepesine çöküp onu mahkemeye çıkardığında bütün vahşet gözler önüne serilmeye başlamıştı. Sandığa kapatılan kızlar çıplaktı ve muhtemelen tecavüze uğramışlardı, otelinin zemininde gömülü kemikler, hatta muhtemelen yamyamlık denemesi yaptığı korkunç haldeki cesetler ,kıyafet parçaları, cesetleri yoketmekte kullandığı kimyasal çukurları, fırınlar; hepsi tek tek ortaya çıkıyordu.
Otelin kendisi bile bir kabustu; hiçbir yere çıkmayan koridorlar, merdivenler, gaz odaları, gizli kapılak, kapaklar, asit kuyuları, morg, kremetoryum, bina içinde bir darağacı odası, işkence aletleri...
Bir süre inkar etse de sonrasında ilgiden hoşlanarak suçlarının bir kısmını itiraf etti. Ama tahmin edilen rakam yüzün çok üzerindeydi.
Holmes idamdan sonra vasiyeti gereği beton bir bloğun altına gömüldü. Kısa süre sonra da kimliği bilinmeyen kişiler Holmes'un kanlı Kale'sini yaktı. Halbu ki çok orjinal bir müze olurdu bana sorarsanız.
Otelin eskiden buluduğu yer şimdi çok alakasız, gidip görmenin pek bir anlamı yok ama neyse ki fotoğraflarına ve planlarına hala ulaşılabiliniyor.
Kaynak:
Murder Hotel- The Story of America's Fist Serial Killer
H.H.Holmes The Tragedy of the World's Fair Fiend
Wikipedia
3 Ekim 2011 Pazartesi
Güven GÜNDOĞDU anısına
Sevgili Dostumuz, Okul Arkadaşımız, Meslektaşımız, MSGSÜ Mimarlık Öğrencisi Güven Gündoğdu Anısına..
Kısa bir zaman önce Güven GÜNDOĞDU'yu genç yaşta, aniden ortaya çıkan ve hızlı bir şekilde gelişen akut lösemi hastalığından dolayı kaybettik. Her kaybın erken olduğunu düşündüğümüz bu hayat gerçekliğinde yirmi dokuz yaş birçok şeyin başlangıcı olarak kabul edilebilir. Öğrencilik de, mimari meslek hayatımızın başlangıcı ve bir parçasıdır. Bu nedenle devam eden öğrenciliğinin yanı sıra meslektaşımız olarak da anılmalıdır. Bunda her mimarlık öğrencisinin de yaptığı gibi profesyonel çalışma ortamına öğrenciliğinin erken dönemlerinden itibaren adım atmasının yanında, okuldaki hocalarımızın bize bu gözle bakmalarının da payı var.
Onu burada anlatma görevi bir kişinin omuzlarına verilemeyecek kadar ağır bir yük. Daha önce birçok projede yaptığımız gibi, ortak hislerimizi, hüznümüzü, paylaşımlarımızı dile getirmek üzere bir araya gelerek bu yükü paylaşmayı tercih ettik. Ancak bu sefer karşımıza çıkan güçlük kelimelerin yetersiz kalmasıydı. Dostumuz Güven basmakalıp sözlerle nasıl anlatılabilir ki? Bir insanla Don Kişot'un tek bir cümlesi üzerine saatlerce tartışmamızı nasıl açıklayabiliriz ya da Özdemir Asaf'ın dizeleri üzerine bütün bir gece kafa patlatmasını? Güven tüm sorularımızın cevabını bilen bir adam değildi. Sorularımıza beraber yanıt bulmaya çalıştığımız dostumuz, arayışımızın yol arkadaşıydı. Hayat hakkında düşünmekten yorulup, onu yaşamaya karar verdiğimiz anlardaki yoldaşımızdı.
Evet, yirmi dokuz yaş hayatta pek çok şeyin daha başlangıcı kabul edilen bir yaştır hele ki geç olgunlaşılan şu mimarlık dünyasında. Dostumuz, okul arkadaşımız ve ısrarla meslektaşımız Güven GÜNDOĞDU, kendi projeleri ile meslek hayatına devam edemeyecek olsa da çoğumuzun projelerine yapmış olduğu katkılarla ve paylaşımlarla, bizim mimarlık hayatımızda yaşamaya devam edecek. Bundan sonra kendimize dair bir şeyler anlatmanın, onu anlatmak demek olduğu bir gerçek. Artık kendisi bedenen yanımızda olmasa da, bizlere kattığı şeyler, içimizde bir parçamız olarak yaşama sarılmamızı sağlayacak.
Dostları, okul arkadaşları, meslektaşları…
10 Eylül 2011 Cumartesi
19 Ağustos 2011 Cuma
American Bar
Viyana'da yolu Karntner caddesine düşenleri bir süpriz bekler; American Bar. Aslında tabelasında iki isim yazar, altta cam mozaikten amerikan bayrağı üzerine Karntner Bar (Avusturya'da mekanları bulundukları sokağın adıyla anmak adettendir) , üstte ise American Bar.
Dört Skiros mermerinden sütun arasına üç cam vitrin ( orjinalde ortadaki vitrin kapı olarak kullanılırken sonradan giriş sol vitrine alınmış) ile sizi karşılayan bu mekan Viyana'da pek rastlayamayacağınız sade bir güzelliğe sahip.İçeriye girdiğinizde küçük bir barla ( ve o barı tıka basa dolduran müşterilerle) karşılaşıyorsunuz. 4,40m x 6,00m'lik mekanı 4,10'luk tavan yüksekliği bile kurtarmıyor.
Ama yine de barın karşısındaki duvarı boylu boyunca kaplayan ayna bir optik yanılsamayla içimizi ferahlatıyor. Loş mekanda bir ahşap-mermer kompozisyonu hakim. Tavan kaplaması ise bana eski avrupa kiliselerini anımsattı. Yine de bu güzel mekana ve lezzetli kokteyllerine rağmen bu kadar insanın yavaş servise ve fahiş fiyatlara rağmen burayı tıka basa doldurmasını görmek sizi şaşırtabilir. Düşünsenize mekanda sadece üç adet masa ve beş adet bar taburesi var, ayakta durmak neredeyse mümkün değil, peki ama bu izdiham neden?
Sorunun cevabı barın bugünkü adında gizli; Loos Bar.
Peki ama bir Avusturyalı neden doğduğu topraklara Amerikalı bir bar tasarlar. Aslında zamanın ruhunu tanımak lazım.
1900'lerde Amerika bir ülkeden çok bir fikirdi. Okyanusun öteki tarafına geçmeleri bir hayal olan pek çok sanatçı ve düşünür Amerika hakkında yazılar yazıyor, methiyeler düzüyordu.
Franz Kafka'nın aksine Adolf Loos rüyalar ülkesine gitme fırsatı bulmuştu. Hem de 1893'de gittiği Amerika'da tam üç yıl da kalacaktı.
Philadelphia' da Dünya fuarını gezme şansı bulan Adolf Loos yeni dünyadan o kadar etkilenmişti ki Avusturya'ya döndüğünde Avusturya'nın estetik anlayışını eleştiren Das Andere'yi yayımladı.
Adolf Loos Yarının Dünyası Sanayileşme de geçmişten kalan süslemeciliğin yeri olmadığını farkediyordu. Başka bir tür estetik anlayışı doğmalıydı artık.
Viyana'da kurulu düzene isyan eden sadece Loos değildi. Loos kısa zamanda kendi gibi öfkeli bir grup adamın arasına katıldı. Kimler yoktu ki tayfada ; Ludwig Wittgenstein, Arnold Schönberg, Peter Altenberg, Karl Kraus.
Karl Kraus bir yazar olarak nasıl Alman basınını yerden yere vuruyorsa Adolf Loos'da Viyana Atölyesinin ( Wiener Werkstatte) can düşmanı olmuştu. Özellikle Josef Hoffmann'ın ve daha daha beter şekilde Henry van de Velde'nin kabusuna dönüştü.
Adolf Loos bir mahkumun hücresine konacak herhangi bir Henry van de Velde eserinin yeterli bir ceza olacağını yazıyordu makalelerinde.
38 yaşına geldiğinde bir mimar için genç sayılacak bir yaşta hayatının felsefesini tam olarak ortaya koydu. Hem de hem yazıyla hem de eserle. Ornament und Verbrechen'i (Süs ve Suç; Çoğunlukla anıldığı üzere ''Süs Suçtur'' değil ) okuduğunuzda Tyler Durden karşınızda manifestosunu okuyor gibi hissedersiniz. Evlerin müze olmadığını, sanat eserleriyle ve süslemelerle doldurulmamaları gerektiğini haykırır durur. Evlerimize doldurduğumuz süslerden hayalgücümüze yer kalmadığından veryansın eder.
Ama American Bar'a baktığınızda son derece zarif bir mekan bulursunuz karşınızda. Hiç de öyle bankaları bombalayacak bir adamın elinden çıkmış gibi değildir. Bunun sebebi Adolf Loos'un yanlış anlaşılmaya çok meyilli olması. Adolf, kankası Ludwig'in tersine bir münzevi hayatını desteklemiyordu. Onun savunduğu mimari ile sanatın birbirinden ayrılması gerektiğiydi sadece.
1903 yılında Skiros adasına mermer almaya gittiğinde (American Bar'ın kapısındaki mermerleri hatırlıyor musunuz?) Helen mimarisiyle tanışmıştı. Kendi felsefesini oluşturmasında Louis Kahn'a yardım eden Helen mimarisi Adolf Loos'a da elini uzatmıştı. Üzerine bir çiçek motifi işlenmeden de bir mermer bloğun ne kadar zarif olabileceği, eğik çizgilerin değil sade ve düz olanın estetiğini tanıdı orada mimar.
Makalesinde , süsleme için zamanınızı ve paranızı boşa harcıyorsunuz diyerek işaret ettiği malzemelerin kendi başlarına da güzel olduklarıydı. American Bar'ın mermer sütunlu girişiyle, sade tabureleri ve göz alıcı tavanıyla bangır bangır bağırdığı güzellikti.
Adolf Loos'un çığlıklarını bir tek modernistler duydu ve onlar da anlış anladılar ne yazık ki. Viyana ahalisi Art Nouveau'ya sahip çıkmaya devam ederken devrimci mimarlarını görmezden gelmeye devam etti. Le Corbusier, Adolf Loos'un yazısını yayımlıyor, sözlerinden alıntılar yapıyordu ama ileride Bauhaus kurulduğunda onlar da Dövüş Kulübünün mimarından paylarına düşeni alacaklardı.
Adolf Loos'a göre Bauhausçuların da Viyana Atölyesinden bir farkı yoktu. Estetiğe karşıyız diyen bu ikiyüzlü adamların düz çatılarının, bol bol kulandıkları camın ve beyaz boyanın işlevsizliği de gereksiz birer süslemeydi.
Sonuç olarak Adolf Loos, Viyana'nın estetik anlayışını da değiştiremedi, bir Bauhausçu da olamadı. Zamanının mimarları Le Corbusier, Walter Gropius, Mies van der Rohe yıldızlaşırken onun felsefesinin değeri ölümünden çok sonra anlaşılacaktı.
''Every room was a complete individual symphony of coloour.Walls, furniture and fabrics were all composed sophisticatedly into perfect harmony wich each other. Each appliance had its proper place, and was connected to others into the most wonderful combinations.
The architect had forgotten nothing, ...
The happy man felt suddenly deeply, deeply unhappy and he saw his furniture life...
Nothing would be created for him again, none of his loved ones would be allowed to give him a painting. For him there could be no more painters, no artist, no craftsmen again. He was shut out of future life and its strivings, its developments and his desires. He felt: Now is the time to learn to walk abaout with one's own corpse. Indeed! He is finished! He is complete!''
The poor Little Rich Man Adolf Loos
''The things you own end up owning you''
Fight Club Tyler Durden
Kaynak:
Adolf Loos,1870-1933 August Sarnitz
The poor Little Rich Man (Zavallı Küçük Zengin Adam) Adolf Loos
Ornament und Verbrechen (Süs ve Suç) Adolf Loos
www.vitruvio.ch
Wikipedia
18 Ağustos 2011 Perşembe
Wittgenstein Evi
Wittgenstein evini anlatmadan önce sanırım Wittgenstein'ın kendisini tanımak lazım.
Ludwig Wittgenstein çelişkilerle dolu bir filozoftur. Sıkı bir katoliktir ama hiç kiliseye gitmemiştir. Öte yandan sürekli olarak çevresindekilere herşeylerini bırakıp münzevi hayatı yaşamalarını salık verir. Kendi de birkaç kez bunu denemiş ama sağlık durumu el vermemiştir. Bir keresinde bir manastıra katılmak istemesine rağmen rahipler adamın deli olduğunu düşündüklerinden teklifini kabul etmemiştir ama Ludwig yılmayıp manastıra bahçıvan olarak girmiştir.
Ludwig tüm erkek kardeşleri gibi homoseksüeldi ve saplantılı, kıskanç bir aşıktı ama aşka bakış açısı da şahsına münasırdı. Aşık olduğu insanla birlikte olmaktansa bitmek tükenmek bilmeyen mantık tartışmalarına girmeyi tercih ediyordu. Cinsellik hiç tanımadığı insanlarla yaşanan günübirlik ilişkiler şeklinde olmalıydı.
Ludwig'in yine başarısız bir münzevi hayatı denemesinden sonra, akli dengesinden şüphe eden kızkardeşi Margaret Stonborough onu meşgul etmek için kendisine bir ev yapmasını ister.
Filozof, Adolf Loos'un bir öğrencisi olan arkadaşı Paul Engelmann ile işe girişir.
Binanın genel tasarımı Engelmann'a aittir. Engelmann'ın mimarlığı daha çok iç tasarım konusunda ağırlıklı olduğundan ve Wittgenstein'ın mesleki eğitimi ise mühendislik konusunda olduğundan dolayı bu ikiliye toparlayıcı bir üçüncü olarak Jacques Groage katılmıştır. Ama işe tasarım konusunda tavsiyelerde bulunmakla başlayan Wittgenstein her işte olduğu gibi bu işi de öyle abartır ki Engelmann'ın değişiyle evin gerçek mimarı haline gelir.
Wittgenstein yapım aşamasında da bir diktatör haline gelmiştir. Olması gerekenden yerden birkaç santim kaymış olan bir pencere yüzünden tüm duvarı yıktırmıştır. İşçilerin inşaat alanından kaçmasını önleyen şeyse savaştan çıkmış ülkede milletin sokakta açlıktan kırılıyor olmasıydı.
Evin mekanik tesisatında ise istediği detayları piyasada bulamayında bunları kendi imal etme yoluna gitmişir.
''İdealim kesin bir serinkanlılık. Bir mabed tutkulara müdahale etmeden bir yuva sağlar.''
Yazıya Paul Strathern'den devam edelim;
''Ev hala, Viyana'nın doğu yakasında Tuna kanalı yakınlarındaki bir cadde olan, Kundmangasse'de ayaktadır. Bina görünüş olarak, üç katlı, sıra sıra geniş düz camlı, hiç de sıradışı olmayan, erken yirminci yüzyıl stilinde bir bloktur. Birkaç yıl önce Wittgenstein Evini ilk bulduğumda, ziyarete açık olmadığı söylenmişti. Hayal kırıklığı içinde caddede durup, içinin nasıl olduğunu görmek için camlardan içeriye bakmaya çalıştım. Camlardan birinden onu diyagonal olarak kesen bir merdiven gördüm. Kısa bir süre sonra hemen başımı çevirdim. Bir kadın merdivenden inmeye başlamıştı , ve kendimi onun eteğinin altına bakarken buldum. Anlaşılıyor ki, bu yapısal gaf, tam planlandığı gibi yerleştirilen, kusursuzca çizilen elektrik düğmeleri ve benzer şeylere olan saplantısının arasında, mimarın gözünden kaçıvermişti. ( Çarpıcı bir paralellikle, Wittgenstein'ın , o dönemde aklında şekillenmeye başlamış olması gereken ikinci felsefesi de, detaylara olan saplantısı, ve onunla yaşaması beklenen insanların ihtiyaçlarını tamamen göz ardı etmesiyle, dikkat çekici bir benzerlik gösteriyordu.) ''
Bu ev tam da aristokrat bir aileden gelmesine rağmen babasından kalan tüm serveti reddedip münzevi hayatı yaşamaya karar veren, zekası dolayısıyla bir üst sınıfa alınmış olmasına rağmen kendinden ortalama biri olarak bahseden, israf konusunda takıntılı, yamalı ceketler giyen, şantiyede işçi tulumlarıyla gezen Wittgenstein'dan beklenicek bir evdi ; süsten arınmış , modernist ve hatta sıradan görünümlü bir ev.
Ev ikinci dünya savaşı sırasında sığınak ve askeri hastane olan evin yemek salonu rus askerlerinin atları için ahır olarak bile kullanılmıştır.
Başından geçen bunca talihsizlikten sonra Wittgenstein'ların bir dostu olan Bernard Leitner tarafından başlatılan bir kampanya ile 1971'de kurtarıldı ve 1975'den beri de Bulgar Kültür Merkezi olarak hizmet vermekte.
''Felsefenin zor olduğunu mu sanıyorsunuz ama mimarinin zorluğu yanında felsefeninki hiç kalıyor'' demişti Ludwig Wittgenstein.
Kaynak:
90 Dakikada Wittgenstein Paul Strathern
The Wittgenstein House Princeton Architectural Press 2001
Ludwig Wittgenstein, Architect (Mimar Wittgenstein) Paul Wijdeveld
The Architecture of Happiness (Mutluluğun Mimarisi) Alain de Botton
Wikipedia
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)