18 Ekim 2012 Perşembe

Monet'in Bahçesi


Oscar Claude Monet tam bir sayfiye insanı, emekliliği bile gelmeden Çanakkale'ye gidip domates yetiştirecek cinsten. ''Çiçeklerim ve resimlerin dışında başka hiçbirşey beni ilgilendirmiyor'' diye buyurmuş kendileri.
Farklı seriler çizmiş olmasına rağmen asıl ustalığına çiçek resimlerinde ulaşmış. Gelincikler tablosu uzun yıllar teyzemin duvarını süslemişti.
Bu manzara resimlerini Paris'in orta yerinde çizemezdi elbette. Sürekli şehir dışına doğa yürüyüşlerine çıkarmış. Yine böyle bir gezi sırasında görüyor Giverny'i. Paris'in biraz dışında sessiz sakin bir kasaba. Monet ilk fırsatta ailesiyle beraber buraya yerleşmiş ve kısa sürede de kiraladığı evi satınalmış.
Asıl ilgimi çeken olay bundan sonra yaptıkları. Resimleri için dağ bayır gezen adam kendi modelini yaratmaya karar veriyor. Yerel yönetimden izin alarak yakındaki bir kaynaktan bahçesine su çekiyor ve kendine ait bir göleti oluyor. Bahçe dediysem ,adamın 8 bahçivanı var, öyle bir bahçe yani! Göletinde çeşit çeşit nilüferler yetiştirmiş ve daha sonra fransız devletine hediye etmek üzere bunların dev boyutlarda resimlerini yapmış.
O dönem avrupa japon ressamların ahşap baskılarıyla dolu. Japonların dingin doğa resimleri Monet'in hem resmini hem de bahçesini etkilemiş. Resimlerinde model olarak kulanmak üzere bahçesine bir japon köprüsü yaptırmış. Benim de duvarımda Hokusai'nin Büyük Dalga resmi asılı, ben en fazla gittim bir tane Atatürk çiçeği aldım salona renk katsın diye. Teey tey...
Bugün Monet'in Giverny'deki evi ve bahçesi gezilebiliyor. Bahçe tam bir çiçek cenneti ama görülmeye değer tek şey bahçe değil. Evin kendisi de Monet'in tablolarından birine dönüşmüş. Aslında mimarisi bile bir tuhaf, 5 metreye 40 metre, yemek odası sap sarı, mutfak mas mavi. Derseniz ki 40 dakikalık yolu gitmeye değer mi? Ona birşey diyemem. Yani on günlüğüne Paris'e gitsem zaten üç gün Louvre'u gezerim, gene de Monet'e vaktim olmaz. Tercih sizin. What Dreams May Come filmindeki gibi tabloların içine dalmak isterseniz ,sanırım buna en yakın şey Monet'in bahçesi olacaktır.

Giverny'deki evin planı
İnce uzun tuhaf bir ev
Monet'İn evdeki atölyesi. Daha sonra Nilüfer serisi gibi resimler için daha büyük atölyeler inşaa ettirmiş. Van Gogh, zavallım resimlerini yakarak ısınırdı, Monet ise içine sinmeyen resimleri yakarmış.





Adamın hakkını vermek lazım, renkleri evinde de resimlerindeki kadar cesurca kullanmış.
Monet'in bahçe planı, zaman içinde biraz değişmiş ve her hevesli bahçıvan gibi bahçesiyle uğraşmaktan, yeni çiçekler yetiştirmeyi denemekten asla vazgeçmemiş.

Monet'İn japon ressamlarından etkilenerek inşaa ettirdiği Japon köprüsü. Son yıllarında sudaki yansımalarla çok uğraşmış, salkım söğütlerin durgun sudaki yansıması ve nilüferler.
Köprüler japon ressamlar için de önemli bir öğe

Gelincikler tablosu
Kaynak: 
Sabancı Müzesi
giverny.org
wikipedia
abcgallery.com
ohmigallery.com

9 Ağustos 2012 Perşembe

GOTHAM ŞEHRİ MİMARİSİ PİTTSBURG, PENSİLVANYA'DA CANLANIYOR


Pittsburgh Skyline, Photo by esherman - http://www.flickr.com/photos/esher27/
Yönetmen Christopher Nolan, gişe rekorları kıran Batman serisinin son filmi ''Kara Şövalye Yükseliyor'' u çekmeye hazırlanıyor. Yönetmen, üçlemesinin final bölümünde filmin bir kısmını Pittsburg'da çekiyor.
Nolan'ın Batman çekimleri şimdiye dek dünyanın dört bir yanını gezdi; Hindistan, İzlanda, Romanya, Hong Kong, Londra, Los Angeles, New York, Şikago ve şimdi de Pittsburg. Her Şehir, Batman'in dünyasına ve Gotham şehrine eşsiz parçalar sundu. Aradan sonra daha fazlası geliyor.
PPG Place, Photo by matt.mendick - http://www.flickr.com/photos/mattmendick/
Nolan, Pittsburg hakkında '' Bu şehrin mimarisi - Bu etkileyici boyutlarıyla çok güzel bir şehir '' demişti. Pittsburg şehir merkezine hayran kalmış ve sıradaki filmi için paha biçilmez olduğunu söylemişti.
Filmde kullanılacak çekim alanlarının çoğu pek bilinen yerler değil ama neo-gotik tarz cam cephesiyle Philip Johnson'ın PPG Place ya da Charles Klauder'in, 163 metrelik boyuyla Learning Katedralinin de Batman'e ve Gotham Şehrine son derece iyi uyum sağlayacağını düşünüyorum.
Muhtemelen filmde Arkham Asylum olarak göreceğimiz bir yer de masif taş cephesiyle Henry Hobson Richardson'ın Allegheny Eyalet Hapishanesi ve avlusu. Tabi film gelene kadar bunların hepsi sadece tahmin.
Şimdilik çekim yapılan yerler Carnegie Mellon Üniversitesi, Heinz Field ve doğu yakasında Lawrenceville mahallesi.
Allegheny County Courthouse, Photo by sportsedit15224 - http://www.flickr.com/photos/29023375@N04/
Her Sanatçı, Gotham şehrini farklı yollarla tasfir etti. Şehir çoğu kez de abartılı karakteristik özellikleri olan belli mimari tarzlarla yansıtıldı, masif kat kat uçanpayandaları olan gotik katedraller ya da devasa Art deco ve Art Nouveau'larıyla Anton Furst ve Tim Burton filmleri gibi. Christopher Nolan'ın yorumunda Gotham'ın eski Art-deco ve Gotik binalarının yerini Şikago'nun modern cam gökdelenleri aldı. Nolan; Gotham şehrini, şehrin geçirdiği çeşitli mimari dönemlerin görülebileceği büyük modern bir motropolitan olarak yansıtması için yapım tasarımcısı Nathan Crowley'le çalıştı.
Chicago, Photo by kern.justin - http://www.flickr.com/photos/justinwkern/
Gotham şehri New York ve Şikago'nun bir karışımı, Nolan'ın karışımındaki ağırlıksa Şikago'da. Film için Şikago yerine Pittsburg'u seçmesindeki ilginçlik ise Pittsburg'un Şikago'ya benzememesi ve Pitssburg, Şikago ile karşılaştırdıldığında boyut olarak ancak şehrin bir parçası olabilir. Şimdilik film hakkında çok az şey biliniyor. Bu da bizi şu soruya götürüyor;Kara Şövalye Yükselior'un bir kısmı Gotham şehrinin dışında geçiyor olabilir mi?
Fifth Avenue Place Pittsburgh, Photo by brdonovan - http://www.flickr.com/photos/58621196@N05/
Şikago, Nolan'ın önceki filmlerinde Gotham şehri olarak bize sunulurken Metropolitan çevre her iki filmde de birbirinden oldukça farklı yansıtıldı, Batman Başlıyor filmi sanki Kara Şövalye'den tamamen farklı bir şehirde geçiyor gibiydi.

Muhtemelen Nolan ve görüntü yönetmeni Wally Pfister,ellerindeki gelişmiş CGI teknikleri ve film endüstrisinin gelişmiş teknolojilerini kullanarak yaratacakları ilüzyonla Pittsburg'u da Gotham'In daha önce görülmemiş bir yüzü olarak bize sunacaklar. Şu anda yalnızca tahmin edebiliriz.Film 20 temmuzda vizyona giriyor.

Çeviri:  archdaily

http://www.archdaily.com/157283/gotham-citys-architecture-portrayed-in-pittsburgh-pennsylvania/



29 Mayıs 2012 Salı

Geçen akşam kardeşimle beraber Remgillerdeydik...


Geçen gün bahar temizliği niyetine kitaplığıma girdim. Yıllardan beri sakladığım defterlerim var. İçlerinde ne olduğunu ben bile unuttum. Bu defterlerden birini karıştırırken bir not gözüme çarptı
'' Koolhaas Houselife''
Zamanında not almışım ama daha sonra ilgilenmeye fırsatım olmamış. Kısmet bugüneymiş diye geçtim bilgisayarın başına. Bahar temizliği biraz daha bekleyebilir.
Belgesel, Rem Koolhaas'ın 1998 yılında Bordeaux'da tekerlekli sandalye kullanan bir müşterisi için yaptığı evi anlatıyor, Maison a Bordeaux.( Time Dergisi; 1998 Yılı En İyi Tasarım)
Ama belgeselimizin kahramanı evin temizlikçi kadını. Dolayısıyla belgeselin gidişatını Rem Koolhaas'ın modern mimari görüşü vs. değil, baya baya bizim Perihan abla belirliyor.


Evi veya belgeseli çok fazla anlatmak istemiyorum, internette kolayca bulunuyor. Kendiniz izleyin görün.
Ama şunu söylemezsem çatlarım; o kadının, üçgen basamaklı dönen merdivenden, elinde elektrik süpürgesiyle çıkma çabası efsaneydi.

Aslında kendimizi olaya fazla kaptırdığımızda gerçeklikten nasıl koptuğumuzun resmidir. Sen kesintisiz manzara diye tüm duvarları cam yaparsan kadın da perdeleri düzelteyim diye 15-20 dk boyunca yürür.
Brüt beton olsun, malzemenin ham halini göreyim dersen, Rem Koolhaas da olsan, yaptığın evi su basar, pencere altlarına eski fanilalarını sıkıştırırlar.

Ama müşterinin Rem'e evi sipariş ederkenki sözlerini düşünüyorum da belki de bu evi ''engellilere'' bakış açımızı değerlendirdiğim bir yazı içinde anlatmalıydım.

“Tahmin edebileceğinin aksine, yalın, basit değil, karmaşık, komplike bir ev istiyorum. Çünkü, başkalarının aksine, bu ev benim hayatımı belirleyecek”
Bakmayın böyle durduğuna, aslında nasıl sevimli bir adam anlatamam.



7 Nisan 2012 Cumartesi

Florya Atatürk Deniz Köşkü


Bayadır evde oturmaktan sıkılmıştım. Sonunda havalar düzelmeye başladı. Güneşli bir haftasonu planlamanın tam zamanı. İstikametimiz Florya Atatürk Deniz Köşkü. Buraya ulaşmanın bana sorarsanız en keyifli yolu Eminönü'nden trene binmek. Haydarpaşa kullanımdan kaldırıldıktan sonra tarihi bir tren istasyonundan yola çıkmak eskisinden de değerli bana sorarsanız. Her bahaneyi değerlendirmek lazım.
Külüstür banliyö treni pek de çabuk sayılmayacak bir sürede Florya'ya varıyor ama zaten keyif yapmak için düştük yollara, ne aceleniz var. Trenden indikten sonra çok aramanıza gerek yok, Atatürk Deniz Köşkü diye tabelada gösteriyor zaten, hemen sahil tarafında sağa doğru gitmeniz gerektiğini.
Florya tuhaf bir semt. Tarihte tekrar tekrar keşfedilmesi gerekmiş. Bölgenin güzelliğini ilk fark eden Kanuni'nin Baş Defterdarı İskender Çelebi olmuş (Bölgeye İskender Çelebi'nin memleketi Florina'dan esinlenerek Florya denilmiş). İskender Çelebi buraya parklar bahçeler ve bir av köşkü yaptırmış. Şİmdi olsa AVM dikerdi, plazalar yükselirdi.
Daha sonraki yıllarda bölgeye ilgi tekrardan körelmiş ama bu sefer de Atatürk'ün İstanbul çevresine yaptığı bir gezi sırasında ailesinin Florya'da bağları bulunan İstanbul Milletvekili Şükrü Oğuz'un ısrarı sonucu Yeşilköy'den dönerken deniz yolundan Florya'ya geçilmiş.
Bölgenin eldeğmemiş doğasına hayran olan Atatürk buraya bir orman çiftliği ve cumhurbaşkanlığı konutuyla lojmanlar yapılması için emir vermiş.
Büyükşehir belediyesi bu talimat üzerine bir yarışma açar ve yarışmayı genç mimar Seyfi Arkan kazanır. 29 yaşında Almanya dan yeni dönmiş bir mimarın cumhurbaşkanlığı köşkü yarışmasını kazanması tuhaf gözükebilir ama Seyfi Arkan genç yaşına rağmen oldukça parlak bir mimarmış.
Ünlü matematikçiler yetiştirmiş Gelenbevi ailesinin oğlu önce Galatasaray Lisesi ardından Sanayi Nefise Mektebi'ni ( Bugünkü Mimar Sinan Güzeş Sanatlar Üniversitesi) bitirmiş daha sonra devlet tarafından eğitimine devam etmesi için Almanya'ya gönderilmiş. Önce Charlottenburg Technical University, ardından Berlin Yüksek Teknik Okulu ve bu okulda Hans Poelzig ile çalışma fırsatı bulmasının ilerideki mimari karakterini etkilediği söyleniyor.
Dolayısıyla Zeki Sayar, Şevki Balmumcu, Burhan Arif, Sedad Hakkı Eldem gibi sınıf arkadaşları olan birisinin Almanya'dan döner dönmez Güzel Sanatlar Akademisi'nin Şehircilik Bölümüne öğretim üyesi olarak alınması ve cumhurbaşkanlığı konutu gibi önemli bir yarışmayı kazanması aslında pek de şaşırtıcı değil.
Seyfi Arkan, kazıklar üzerinde sahile iskele ile bağlanan L planlı son derece sade bir deniz köşkü, sahilde köşk harici birimler ve bir halk plajı tasarlamış. Yarışmayı kazanmasında etkili olanın projeye dahil ettiği bu halk plajı olduğu söyleniyor. Atatürk, halkla iç içe olma fikrini beğenmiş. Bina modern mimarinin mütevazı çizgileri ve sahip olduğu halk plajı ile devrimi mükemmel bir şekilde yansıtıyordu.
Bana sorarsanız Seyfi Arkan'ın en büyük özelliği devrimi çok iyi anlamış olmasıydı, daha sonra tasarlayacağı işçi konutları da bunun ispatıdır zaten.


Bina dışarıdan Alman modernizmini yansıtıyor demiştim, planlara baktığınızda ise L nin kısa kenarında resmi görüşmelerinde yapılabileceği kısım ken, uzun kenarı ise bir koridora dizilmiş konaklama mekanlarından ibaret. Seyfi Arkan'ın uzun koridorlarda bir sorun görmediği muhakkak. Daha sonraları yapacağı Camlı köşk de buna benzer, yürümeyi seven insanlar için.
Tabi binayı tasarladım, mobilyaları Modoko'dan alırız diye birşey yok o dönem (bu aralar ev düzüyorum, aklım fikrim Modoko'da). Seyfi arkan üşenmemiş her mobilyayı tasarlamış. Sade ve kullanışlı mobilyalar o uzun koridoru affettiriyor diyebilirim. Özellikle Atatürk'ün yatakodasında göreceğiniz bank beni büyülemişti. Çizgilerdeki sadelik Atatürk'ün Cumhuriyet için yaratmaya çalıştığı imajın bir yansıması aslında. Saltanat, altın varaklı, oymalı kakmalı divanlara, masalara avizelere sahipken bunun antitezi olarak Seyfi Arkan'ın Florya Köşkü vardı işte.

Oturma Odası

Çalışma Odası 

Toplantı Odası

Mustafa Kemal'in manevi kızı Ülkü'nün Odası


Banyo ve içindeki eşyalar sizi şaşırtabilir. Banyonun büyüklüğü, içinde barındırdığı tartılı berber koltuğu hep bu zorunluluktan.

Köşkün inşaası sırasında Atatürk'ün sağlığı kötüleşir ve doktorların deniz havası tavsiye etmesi üzerine binanın teslim tarihi öne çekilir. Seyfi Arkan kısalan süreyle başetmek için prefabrik malzemeye yönelmiş ve binayı rekor denecek bir sürede,48 günde teslim edebilmiş ve Paşa derhal istirahati için Florya'ya yerleşmiş.


Hani şu Atatürk'ün denize girerken, sahilde uzanmış resimleri vardır ya, işte hepsi o dönemden. Hatta Florya Deniz Köşkü'nü ziyaret ettiğinizde içeride sergilenen eşyalar arasında Atatürk'ün o tanıdık yüksek belli mayosu da var.


Bir de Atatürk'ün ünlü Ertuğrul filikası var. Atatürk'ün bindirme kaplama 11.60m boyunda 1.70 m genişliğinde maun filikayı haliçteki kürek yarışlarını izlediği zamanlarda sık sık kullandığı biliniyor. Hani Atatürk'ün küreklere asıldığı bir fotoğrafı vardır, işte o Ertuğrul.

Paşanın, Floryada konaklaması ve hatta halk plajında kürek çekip denize girmesi Florya'ya olan ilgiyi bir anda arttırmış ve Florya ikinci kez altın dönemini yaşamış.
Konaklaması süresince resmi işlerini de buradan halleden paşa, sadece manevi kızı Ülkü'yü değil yabancı devlet misafirlerini de burada ağarlamış zaman zaman.
Manevi kızı demişken aklıma geldi; Seyfi Arkan'ın Gelenbevi ailesinden gelmesine rağmen neden farklı bir soyadına sahip olduğu dikkatinizi çekti mi? Köşkün inşaası tamamlanız tamamlanmaz, ortaya çıkan eserden çok memnun kalan Atatürk, Seyfi Arkan'ın yeni doğan kızının ismini koyar ( Sur) ve ünlü mimarın soyadını da Arkan olarak değiştirir.
Köklü bir aileden geliyor olmasına rağmen Atatürk'e itiraz edilmezdi herhalde, hele ki Arkan gibi manalı bir ismi size layık görmüşse.
Paşanın desteğini de alan Seyfi Arkan ilerleyen yıllarda bu rüzgarla oldukça yol almış ve hatta adı CHP'nin mimarına çıkmış.
Florya Deniz Köşkü, Florya'ya yeniden hayat getirmiş, mimarına ise bir soy isim ve müthiş bir kariyer sağlamıştır.
Ama sonra İstanbul genişler, Florya şehrin içinde kalır. Polüleritesi geçer. Devir değişir ve değişen devre ayak uyduramayan Seyfi Arkan, çağdaşı Sedad Hakkı Eldem'in ardında kalır ve tepelerde başlayan kariyeri oldukça sönük bir şekilde son bulur. Bugün bile Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesinde Sedad Hakkı Eldem bir tabu iken, Seyfi Arkan'ın adı pek de duyulmaz.


El atsa, bir lahzada çölleri abad eder
Her işinde Münkesirdir, bin kalbi birden şadeder
Öyle bir insan ki, işlerden düşünmez karını
Arkan adında buldu memleket imarını

Yahya Kemal

Kaynak:

Deniz Kuvvetleri Komutanlığı Kolleksiyonu
Wikipedia
yazaski.blogspot.com
www.stargazete.com
Fabrika'da Barınmak
isteataturk.com
millisaraylar.gov.tr

25 Mart 2012 Pazar

Grafiti

Bence grafi, lağımda yetişen balıklar gibi. Öylesine kişiliksiz ruhsuz şehirler yaratılıyorki artık, insanlar sanatın eksikliğini hissediyor. İstanbul bu açıdan müthiş bir potansiyele sahip ne yazıkki. Ama nedense böylesine iyi eserler yok ortada. Alman Kriope'nin sarı yumrukları dışında bizdeki grafiti sağa sola ismini keçeli kalemle yazmaktan ibaret.
Bir de Banksy gibi adamların politik bir duruşları var.  Belediyenin çevre temizliğini ne kadar boşladığını göstermek için şablonla çevredeki duvarları temizleyerek grafiti yapan bir adam bile görmüştüm belgeselin birinde. Bizdekiler ise yeni restore edilmiş Acıbadem'deki Kuru Çeşme'nin üzerine adlarını yazsınlar anca.

5 Mart 2012 Pazartesi

Franco Recchia

BOSTON

CENTRAL PARK

FİFHT AVENUE

MANHATTAN


MANHATTAN 2

PECHİNO DİSTRİCT

PİTTSBURGH

Kaynak: agoraartgalleryblog.com

6 Ocak 2012 Cuma

Çizgiroman ve Mimari

Zamanında biri bana şöyle söylemişti; Çizgiroman bir sanat değildir. Her gün aynı şeyi çizen bir insan sanatçı olamaz.O çizdiği karakteri ezberlemiştir sadece.
Bu yazı sana gelsin...

Çizgiromancılar eskiden beri mimariyi bir fon olarak kullanır. Hikayelerin geçtikleri mekanlar, yaratılmak istenen atmosferi destekler.

İtalyan Çizgiroman duayeni Sergio Bonelli bu sene vefat etti. Sergio'nun çocukluğumda önemli bir yeri vardır. Küçükken okuduğum ve hala daha takip etmeye çalıştığım Martin Mystere, Zagor, Nathan Never gibi eşsiz çizgiromanların altında hep onun imzası vardır.
Sergio'nun eserlerini açıkcası Stan Lee'ye ( Marvel Comics) tercih ederim.

Stan Lee'nin hikayeleri herkesin malumu olan; sosyal hayatta bir zavallı olan ama daha sonradan üstün güçler edinen kahramanları içerir. Kahramanlar, kostümlerinde aradıkları gücü bulurlar ama maskelerini çıkardıkları anda aynı sefil hayata geri dönerler.
Marvel Çizgiromanlarında mekanların da pek önemi yoktur açıkcası, üç beş tane taytlı tipin boğuşup durmasından öte pek birşey olmuyor bana sorarsanız. Yıllar içerisinde durgunlaşan hikayeyi canlandırmak için tüm dergilerin birleştiği bazı büyük olaylar gerçekleşti ( en sonuncusu Civil War) ama netice olarak pek değişen birşey yok gibi.
Stan Lee'nin çizgiromanını tek cümleye indirgemek gerekirse; Amerikan tarzı demek yeterli olalacaktır. Kahramanlar tam manasıyla kahramandır ve adalet getirir (şovenizmin dibine vururlar).
Sadece hal ve tavırlarıyla değil, yaşadıkları şehirlerle de. Örümcekadam ve Fantastik Dörtlü New Yorkludur mesela. Örümcek Adamın can düşmanlarından Kingpin bile Brooklyn Köprüsünde saklanırdı.
Üstelik Brooklyn köprüsünde saklanan sadece o değildi,köprünün öteki ayağında da kötülerin korkulu rüyası Darkwing Duck gizleniyordu.

Yaratılan en amerikalı karakter Superman ise Metropolis'te yaşıyordu. Smallville gibi Metropolis de sıradan sayılabilecek bir yer. Öylesine sıradan ki şehrin Metropolis olduğunu anlamanızı sağlayacak tek şey Daily Planet binasının tepesindeki Dünya heykeli.
Ama Gotham şehri öyle midir? Öylesine karanlık ve öylesine tekinsizdir ki kırmızı donlu bir karakterdense iyiyle kötü arasında sallantıdaki bir karakteri hakeder.
Özellikle değinmeden geçemeyeceğim ilk iki Batman filminden sonra sonunda Batman'i doğru anlayan biri çıktı. Teşekkürler Nolan.

Amerika'da herşey bağıra bağıra yaşanırken Avrupa'da işler biraz daha zarif bir çekilde halledilir. Mesela Tenten bariz bir şekilde Brüksellidir. Hem de ne Belçikalı ! Tenten'in yaratıcısı Georges Prosper Remi, namı diğer Herge; 2. dünya savaşı sonrasında nazi olmakla bile suçlanmıştı. Daha sonrasında tenten'in Nazileri temsil eden hayali düşmanalarla mücadelesi sayesinde hakkındaki suçlamalar düştü ama Nazileri desteklemese de Herge bariz bir şekilde ırkçıydı. Tenten Kongo'da hikayesinin ilk versiyonunda Zenciler aptal maymunlar gibi çizilmiş, Tenten bir gergedanı dinamitle havaya uçurmuş ve afrikalı yerlilere ''Size ülkenizi anlatmaya geldim; Belçika'yı'' demişti. Daha sonradan aldığı yoğun eleştirilerden dolayı tüm hikaye baştan yazılıp çizildi.
Ama tüm bu karanlık tarihine rağmen Tenten o kadar çok sevildi ki Brüksel ruhunun bir parçası haline geldi, adına müze açıldı, Brüksel'deki Tenten duvar resimleri bugün dünyaca ünlü.



Belçikalı Herge'nin karakteri Belçikalı iken, İtalyan çizer Sergio Bonelli'nin karakterleri spagetti western ruhuna uygun bir şekilde Amerikadaydı. Ofisi NewYork' da olan Martin Mystere, Tenten'den farklı olarak yaşadığı şehri pek bağlı değildi. Kayıp kıta Atlantis'i ararken dünyanın dört bir yanını gezmekle meşguldü.

Sergio Bonelli'nin en sevdiğin yönü bir hikayeye başlarken ilk olarak hikayenin geçeceği şehri kısaca tanıtması ve şehirden manzaralar çizmesi. Hem de ne manzaralar, üstelik bunları bilgisayar çağından önce ve hatta bilgisayar çağından sonra bile tarama ucuyla yapmaya devam etti (elbette dergileri başka çizer ve yazarlar devam ettirdi ama editör olarak tarzından ödün vermeyen Sergio idi)
Sergio Bonelli'nin eserleri çizgiroman demenin her gün aynı çizgiyi çizmek olmadığının en büyük kanıtıdır bana göre. Martin Mystere'in peşinden bir tarih profesörünü takip edercesine şöyle hızlıca bir dünya turuna çıkabilirsiniz.















Martin'in gitmediği yerlere ise Dampyr gider. Dampyr miti Balkan efsanelerine dayanıyor. Vampir bir baba ve insan bir anneden olan çocuk. Vampirlerin güçlerine sahip ama zaaflarından muaf vs vs. Ama Dampyr dergisi Blade'den biraz farklı. Harlan Draka samuray kılıcı yerine kalaşnikof taşıyor. Harlan'ın dünyasında underground partiler düzenleyen vampirler yok. Burada safkan vampirler mistik güçlere sahip insan kılığına bürünmüş dev canavarlar aslında. Dünyayı savaşa ve kaosa sürüklüyorlar. Çok uluslu silah şirketlerinin, derin devletlerin, sömürgeciliğin arkasında hep safkan vampirler var. Bu ölümsüzler için tek tehdit ise ya bir başka vampir ya da onlar için zehirli olan Harlan'ın kanı.
Dolayısıyla Harlan ve arkadaşları, Martin Mystere gibi Dünya'nın önde gelen şehirlerinde müzeleri gezip, lüks otellerde kalmak yerine en pis en izbe savaş bölgelerinde, fakirliğin kol gezdiği Afrika'nın ücra köşelerinde dolaşıyorlar. Nerede iç savaş, sömürgecilik varsa orada vampirler ve onların peşinde de Harlan oluyor.
Ama neyse ki toz toprak içindeki çöllerden kendimizi kurtarıp da ara sıra Prag'ın sisli sokaklarına geri dönüyoruz ara sıra. Prag dergide iyiyle kötü arasındaki tarafsız bölge kabul ediliyor. Hatta iki taraf da burakı konsolosluk gibi kullanıyor diyebiliriz.
Uzun zamandır Prag'da sisli bir havada yolumu kaybedip Kayıp Adımlar Tiyatrosunu bulmanın hayalini kuruyorum. Olur ya bir gün Prag'a gidersem ve hava açık olursa çok büyük hayalkırıklığına uğrayacağım.
Sadece Prag da değil, Harlan'ın yolu bir seferinde İstanbul'a da düştü, Galata'da hamamda mafya birbirini kurşunladı. Bir seferinde de eski hayalet hikayeleriyle Venedik'te bir gece turu yaptık. Hatta bölümden bir alıntı yapayım;
'' Rialto köprüsü de şeytani yerler arasında...Nitekim daha önce ahşaptan inşaa edileni yıkıldı. Ancak 1592'de Andrea da ponte yenisini yaptı, çünkü o, şeytanla anlaşma yapmıştı !

Şeytan..Ya da onun adına biri !

Efsaneye göre köprüyü yapan, üzerinden ilk geçenin ruhunu şeytana vaadetmiş...Şeytan köprüden ilk onun geçeceğine inanıyordu ama adam onu aldattı. Köprüden bir kedi geçti. Şeytana ilk geçen insan dememişti. İşte bu yüzden Venedik'in kedilerinin biraz şeytani olduğunu söylerler!''


Hayalet hikayelerine meraklı olan sadece Mauro Boselli ve Maurizio Colombo (Dampyr) değil! Hellboy'un yaratıcısı Mike Mignola'nın hayal dünyası da hayalet hikayeleriyle dolu. Naziler, Rus masalları, Baba Yaga, Rasputin ...
Bir okurunun gönderdiği iskandinav hikayeleri ve iskandinavyadan üç beş ev fotoğrafından yola çıkarak hazırladığı kısa bir hikaye bile var.
Hellboy ise vampirlerin değil daha çok nazilerin peşinde (arada vampir avlamışlığı da oldu ama onlar bile nazilere çalışıyordu). Mekan olaraksa terkedilmiş şatolar çizmek Mike Mignola'nın favorisi. Aslında bir maymunlar iki de yıkılmış katedraller ve kaleler konusunda adamın takıntılı olduğunu düşünüyorum. Perilerle, uzaylılarla ve uzayda hapsolmuş iblislerle dolu bir dergiye en iyi fonu sanırım terkedilmiş şatolar, kırık dökük aziz heykelleri ve mezarlıklar oluşturuyor.
Guillermo del Toro'nun hellboy hayranlığı boşuna değil yani. Hatta BLDG BLOG'da bile Hellboy hakkında bir yazı çıktı.


Amerika, İtalya, Fransa ve Belçika'dan ayrı ve belki de hepsinden delice bu işi ciddiye alan bir de Japonya var tabi ki. Nasıl ciddiye almasınlar? 2. Dünya savaşından sonra Amerikalılar Japonya'da sansür uyguladılar. Radyo, televizyon, gazate, herşey Amerikalıların denetiminden çıkarak yayınlanmış. Japonlar ise serbest kaldıkları tek alanda, Mangalarda kendilerini ifade edebilmişler.

Spor, teknoloji, fantastik, romantik, dram, korku ve hatta erotizm bile işlenir Mangalarda. Karanlık zamanlarda sarıldıkları Mangalar zamanla Japonların aynası haline geldi.
Bugün Japonyayı tarif etmeniz istendiğinde modern ama geleneklerinden kopmamış dersiniz. Teknoloji devi Tokyo'da hala daha kimono ile gezen insanlar görmek mümkün, işadamları arasında samuray kültürü hala daha devam ettiriliyor.

Mangalara baktığınızda ise günümüzde yaşayan ama katana taşıyan kahramanlar görürsünüz, ya da Tokyo'ya saldıran uzaylılar, fantastik bir hikayede bile karakterler hamburger değil, ramen yerler.
Mimari olarak da bu takıntı devam eder. İster cehennemden gelen iblisler olsun, ister uzaydan inen canavarlar hatta ve hatta ölüm tanrıları shinigamiler; eğer Dünya'da bir yere inilecekse bu yer Tokyo olmalıdır.

Ama Herge'nin, Tenten'i çizerken araya Brüksel'in ünlü binalarını sıkıştırıp hiç isim vermemesi gibi olmaz. Japonlar için Tokyo bir şehirden çok bir şehir fikridir. Tokyo'nun ünlü bir binasını ya da bir meydanını çizmek yerine akıllarındaki Tokyo imajını çizerler hikayenin konusuna göre. Evangelion'da Melek diye adlandırılan canavarların saldırdığı şehir Tokyo-3'dür. Saldırı anında kabuğunun içine saklanan bir kaplumbağa gibi gökdelenlerini yerinaltına gömer.
Bu şehrin günümüzdeki Tokyo ile bir alakası olmadığını düşünebilirsiniz ama yanılırsınız.Önemli olan şehrin ruhudur Japonlar için.
3.Dünya savaşından çıkmış Neo-Tokyo'yu sahne olarak kabul eden ise bir başka Manga efsanesi, Akira'dır. Bu sefer Tokyo'yu tehdit eden uzaydan gelen canavarlar değil güç hırsı konusunda ipin ucunu kaçırmış Devlettir.
Neo-Tokyo, günümüz Tokyo'suna daha yakındır, sadece daha büyük ve daha teknolojik ve tüm bunların sonucu olarak aslında insanlar açısından daha izole ve daha antisosyal.
Ama genel olarak kabul gören Tokyo imajı günümüzde geçen, sıradan apartmanlar, sokaklar, sokaklarda insan akışı ama tüm bu sıradanlığa katkı olarak geleneksel japon kültürü, ne işe yaradğı belli olmayan borular, buhar çıkışları vs.


Bu kadar fanatik bir okuyucu kitlesine sahip japonya da bazı mangalar gerçekten çok uzun ömürlü oluyor. 1997'de yayına başlayan One Piece'in kahramanları yanılmıyorsam hala daha korsan kralın hazinesinin peşindeler.
2001'de çıkan Fullmetal Alchemist daha bu sene muhteşem bir finalle hikayeyi sonlandırdı. Ölen annelerinin yokluğuna dayanamayan iki küçük çocuğun fırtınalı bir gecede annelerini diriltme çabaları ile başlayan hikaye nerelere vardı hiç bilemezsiniz.

İlk olarak 1999'da yayınlanan Naruto'da ise sona yaklaşıldı. Öyle ki on üç yıldır devam eden hikaye bitmeden başıma birşey gelecek diye korkmaya bile başladım.
Dile kolay on üç yıl !
Sanılanın aksine her gün aynı çizgiyi çizmiyor adamlar. Uzun soluklu hikayelerde ustalar konuyu öylesine güzel işliyorlar ki zamanla kendi kültürü ve mimarisiyle gerçekten yaşayan bir Dünya yaratmayı başarabilyorlar.

Mesela Masashi Kishimoto'nun çizgileri zaman içinde gözle görülür şekilde gelişti. Zaten kendisi de diyor Naruto'dan önceki işlerinin olgunlaşmamış eserler olduğunu.
Kishimoto'nun şehirlerine bakarsak; Konoha ormanın içinde, Kagelerin yüzlerinin kazılı olduğu dağın yamacındaki bir şehir. Huzur dolu, sıcak bir yer.

Sunagakure ise çölün ortasında kum fırtınaları ile mücadele eden sert bir şehir. Konoha gibi alışık olduğumuz ahşap çatılı binalar yerine dam çatılara ce kum fırtınalarına karşı dar bant pencerelere ve menfezlere sahip kerpiç binalardan oluşuyor.

Ama beni en çok etkileyen Amegakure oldu, Saklı Yağmur Şehri. Dev binalar, gökdelenler, oradan oraya uzanan anlamsız borular, tüm bu borular ve menfezlerle iç içe geçmiş japon kültürünü yansıtan heykeller ve hiç kesilmeyen bir yağmur; neredeyse Tokyo'nun Naruto versiyonu diyebiliriz.

Her şehrin kendi mimarisi, ve o şehirde yaşayanların kendilerine ait bir kültürleri var.
Her Çizgiroman kendi dünyasını yaratıyor bir şekilde. Çizgiroman çizerleri, bana göre çağımızın fütüristleri. Hayali şehirler tasarlamakla kalmıyor yaşatıyorlar da. Gelecekteki yaşantımızda dair fikirleri, günümüz şehirlerini nasıl gördükleri, neler hissettiklerine dair bilgilerle dolu çizgiromanlar. Hepsinin ötesinde son derece eğlenceliler. Kim ne derse desin çizgiroman alışkanlığımdan vazgeçeceğimi sanmıyorum. Benim kitaplığımda her zaman için çizgiromanlarıma ait bir yer olacak, hem de mimarlık dergilerimin hemen yanı başında.

Kaynak: 
Wikipedia
www.onemanga.com
deviantart.com