6 Ocak 2012 Cuma

Çizgiroman ve Mimari

Zamanında biri bana şöyle söylemişti; Çizgiroman bir sanat değildir. Her gün aynı şeyi çizen bir insan sanatçı olamaz.O çizdiği karakteri ezberlemiştir sadece.
Bu yazı sana gelsin...

Çizgiromancılar eskiden beri mimariyi bir fon olarak kullanır. Hikayelerin geçtikleri mekanlar, yaratılmak istenen atmosferi destekler.

İtalyan Çizgiroman duayeni Sergio Bonelli bu sene vefat etti. Sergio'nun çocukluğumda önemli bir yeri vardır. Küçükken okuduğum ve hala daha takip etmeye çalıştığım Martin Mystere, Zagor, Nathan Never gibi eşsiz çizgiromanların altında hep onun imzası vardır.
Sergio'nun eserlerini açıkcası Stan Lee'ye ( Marvel Comics) tercih ederim.

Stan Lee'nin hikayeleri herkesin malumu olan; sosyal hayatta bir zavallı olan ama daha sonradan üstün güçler edinen kahramanları içerir. Kahramanlar, kostümlerinde aradıkları gücü bulurlar ama maskelerini çıkardıkları anda aynı sefil hayata geri dönerler.
Marvel Çizgiromanlarında mekanların da pek önemi yoktur açıkcası, üç beş tane taytlı tipin boğuşup durmasından öte pek birşey olmuyor bana sorarsanız. Yıllar içerisinde durgunlaşan hikayeyi canlandırmak için tüm dergilerin birleştiği bazı büyük olaylar gerçekleşti ( en sonuncusu Civil War) ama netice olarak pek değişen birşey yok gibi.
Stan Lee'nin çizgiromanını tek cümleye indirgemek gerekirse; Amerikan tarzı demek yeterli olalacaktır. Kahramanlar tam manasıyla kahramandır ve adalet getirir (şovenizmin dibine vururlar).
Sadece hal ve tavırlarıyla değil, yaşadıkları şehirlerle de. Örümcekadam ve Fantastik Dörtlü New Yorkludur mesela. Örümcek Adamın can düşmanlarından Kingpin bile Brooklyn Köprüsünde saklanırdı.
Üstelik Brooklyn köprüsünde saklanan sadece o değildi,köprünün öteki ayağında da kötülerin korkulu rüyası Darkwing Duck gizleniyordu.

Yaratılan en amerikalı karakter Superman ise Metropolis'te yaşıyordu. Smallville gibi Metropolis de sıradan sayılabilecek bir yer. Öylesine sıradan ki şehrin Metropolis olduğunu anlamanızı sağlayacak tek şey Daily Planet binasının tepesindeki Dünya heykeli.
Ama Gotham şehri öyle midir? Öylesine karanlık ve öylesine tekinsizdir ki kırmızı donlu bir karakterdense iyiyle kötü arasında sallantıdaki bir karakteri hakeder.
Özellikle değinmeden geçemeyeceğim ilk iki Batman filminden sonra sonunda Batman'i doğru anlayan biri çıktı. Teşekkürler Nolan.

Amerika'da herşey bağıra bağıra yaşanırken Avrupa'da işler biraz daha zarif bir çekilde halledilir. Mesela Tenten bariz bir şekilde Brüksellidir. Hem de ne Belçikalı ! Tenten'in yaratıcısı Georges Prosper Remi, namı diğer Herge; 2. dünya savaşı sonrasında nazi olmakla bile suçlanmıştı. Daha sonrasında tenten'in Nazileri temsil eden hayali düşmanalarla mücadelesi sayesinde hakkındaki suçlamalar düştü ama Nazileri desteklemese de Herge bariz bir şekilde ırkçıydı. Tenten Kongo'da hikayesinin ilk versiyonunda Zenciler aptal maymunlar gibi çizilmiş, Tenten bir gergedanı dinamitle havaya uçurmuş ve afrikalı yerlilere ''Size ülkenizi anlatmaya geldim; Belçika'yı'' demişti. Daha sonradan aldığı yoğun eleştirilerden dolayı tüm hikaye baştan yazılıp çizildi.
Ama tüm bu karanlık tarihine rağmen Tenten o kadar çok sevildi ki Brüksel ruhunun bir parçası haline geldi, adına müze açıldı, Brüksel'deki Tenten duvar resimleri bugün dünyaca ünlü.



Belçikalı Herge'nin karakteri Belçikalı iken, İtalyan çizer Sergio Bonelli'nin karakterleri spagetti western ruhuna uygun bir şekilde Amerikadaydı. Ofisi NewYork' da olan Martin Mystere, Tenten'den farklı olarak yaşadığı şehri pek bağlı değildi. Kayıp kıta Atlantis'i ararken dünyanın dört bir yanını gezmekle meşguldü.

Sergio Bonelli'nin en sevdiğin yönü bir hikayeye başlarken ilk olarak hikayenin geçeceği şehri kısaca tanıtması ve şehirden manzaralar çizmesi. Hem de ne manzaralar, üstelik bunları bilgisayar çağından önce ve hatta bilgisayar çağından sonra bile tarama ucuyla yapmaya devam etti (elbette dergileri başka çizer ve yazarlar devam ettirdi ama editör olarak tarzından ödün vermeyen Sergio idi)
Sergio Bonelli'nin eserleri çizgiroman demenin her gün aynı çizgiyi çizmek olmadığının en büyük kanıtıdır bana göre. Martin Mystere'in peşinden bir tarih profesörünü takip edercesine şöyle hızlıca bir dünya turuna çıkabilirsiniz.















Martin'in gitmediği yerlere ise Dampyr gider. Dampyr miti Balkan efsanelerine dayanıyor. Vampir bir baba ve insan bir anneden olan çocuk. Vampirlerin güçlerine sahip ama zaaflarından muaf vs vs. Ama Dampyr dergisi Blade'den biraz farklı. Harlan Draka samuray kılıcı yerine kalaşnikof taşıyor. Harlan'ın dünyasında underground partiler düzenleyen vampirler yok. Burada safkan vampirler mistik güçlere sahip insan kılığına bürünmüş dev canavarlar aslında. Dünyayı savaşa ve kaosa sürüklüyorlar. Çok uluslu silah şirketlerinin, derin devletlerin, sömürgeciliğin arkasında hep safkan vampirler var. Bu ölümsüzler için tek tehdit ise ya bir başka vampir ya da onlar için zehirli olan Harlan'ın kanı.
Dolayısıyla Harlan ve arkadaşları, Martin Mystere gibi Dünya'nın önde gelen şehirlerinde müzeleri gezip, lüks otellerde kalmak yerine en pis en izbe savaş bölgelerinde, fakirliğin kol gezdiği Afrika'nın ücra köşelerinde dolaşıyorlar. Nerede iç savaş, sömürgecilik varsa orada vampirler ve onların peşinde de Harlan oluyor.
Ama neyse ki toz toprak içindeki çöllerden kendimizi kurtarıp da ara sıra Prag'ın sisli sokaklarına geri dönüyoruz ara sıra. Prag dergide iyiyle kötü arasındaki tarafsız bölge kabul ediliyor. Hatta iki taraf da burakı konsolosluk gibi kullanıyor diyebiliriz.
Uzun zamandır Prag'da sisli bir havada yolumu kaybedip Kayıp Adımlar Tiyatrosunu bulmanın hayalini kuruyorum. Olur ya bir gün Prag'a gidersem ve hava açık olursa çok büyük hayalkırıklığına uğrayacağım.
Sadece Prag da değil, Harlan'ın yolu bir seferinde İstanbul'a da düştü, Galata'da hamamda mafya birbirini kurşunladı. Bir seferinde de eski hayalet hikayeleriyle Venedik'te bir gece turu yaptık. Hatta bölümden bir alıntı yapayım;
'' Rialto köprüsü de şeytani yerler arasında...Nitekim daha önce ahşaptan inşaa edileni yıkıldı. Ancak 1592'de Andrea da ponte yenisini yaptı, çünkü o, şeytanla anlaşma yapmıştı !

Şeytan..Ya da onun adına biri !

Efsaneye göre köprüyü yapan, üzerinden ilk geçenin ruhunu şeytana vaadetmiş...Şeytan köprüden ilk onun geçeceğine inanıyordu ama adam onu aldattı. Köprüden bir kedi geçti. Şeytana ilk geçen insan dememişti. İşte bu yüzden Venedik'in kedilerinin biraz şeytani olduğunu söylerler!''


Hayalet hikayelerine meraklı olan sadece Mauro Boselli ve Maurizio Colombo (Dampyr) değil! Hellboy'un yaratıcısı Mike Mignola'nın hayal dünyası da hayalet hikayeleriyle dolu. Naziler, Rus masalları, Baba Yaga, Rasputin ...
Bir okurunun gönderdiği iskandinav hikayeleri ve iskandinavyadan üç beş ev fotoğrafından yola çıkarak hazırladığı kısa bir hikaye bile var.
Hellboy ise vampirlerin değil daha çok nazilerin peşinde (arada vampir avlamışlığı da oldu ama onlar bile nazilere çalışıyordu). Mekan olaraksa terkedilmiş şatolar çizmek Mike Mignola'nın favorisi. Aslında bir maymunlar iki de yıkılmış katedraller ve kaleler konusunda adamın takıntılı olduğunu düşünüyorum. Perilerle, uzaylılarla ve uzayda hapsolmuş iblislerle dolu bir dergiye en iyi fonu sanırım terkedilmiş şatolar, kırık dökük aziz heykelleri ve mezarlıklar oluşturuyor.
Guillermo del Toro'nun hellboy hayranlığı boşuna değil yani. Hatta BLDG BLOG'da bile Hellboy hakkında bir yazı çıktı.


Amerika, İtalya, Fransa ve Belçika'dan ayrı ve belki de hepsinden delice bu işi ciddiye alan bir de Japonya var tabi ki. Nasıl ciddiye almasınlar? 2. Dünya savaşından sonra Amerikalılar Japonya'da sansür uyguladılar. Radyo, televizyon, gazate, herşey Amerikalıların denetiminden çıkarak yayınlanmış. Japonlar ise serbest kaldıkları tek alanda, Mangalarda kendilerini ifade edebilmişler.

Spor, teknoloji, fantastik, romantik, dram, korku ve hatta erotizm bile işlenir Mangalarda. Karanlık zamanlarda sarıldıkları Mangalar zamanla Japonların aynası haline geldi.
Bugün Japonyayı tarif etmeniz istendiğinde modern ama geleneklerinden kopmamış dersiniz. Teknoloji devi Tokyo'da hala daha kimono ile gezen insanlar görmek mümkün, işadamları arasında samuray kültürü hala daha devam ettiriliyor.

Mangalara baktığınızda ise günümüzde yaşayan ama katana taşıyan kahramanlar görürsünüz, ya da Tokyo'ya saldıran uzaylılar, fantastik bir hikayede bile karakterler hamburger değil, ramen yerler.
Mimari olarak da bu takıntı devam eder. İster cehennemden gelen iblisler olsun, ister uzaydan inen canavarlar hatta ve hatta ölüm tanrıları shinigamiler; eğer Dünya'da bir yere inilecekse bu yer Tokyo olmalıdır.

Ama Herge'nin, Tenten'i çizerken araya Brüksel'in ünlü binalarını sıkıştırıp hiç isim vermemesi gibi olmaz. Japonlar için Tokyo bir şehirden çok bir şehir fikridir. Tokyo'nun ünlü bir binasını ya da bir meydanını çizmek yerine akıllarındaki Tokyo imajını çizerler hikayenin konusuna göre. Evangelion'da Melek diye adlandırılan canavarların saldırdığı şehir Tokyo-3'dür. Saldırı anında kabuğunun içine saklanan bir kaplumbağa gibi gökdelenlerini yerinaltına gömer.
Bu şehrin günümüzdeki Tokyo ile bir alakası olmadığını düşünebilirsiniz ama yanılırsınız.Önemli olan şehrin ruhudur Japonlar için.
3.Dünya savaşından çıkmış Neo-Tokyo'yu sahne olarak kabul eden ise bir başka Manga efsanesi, Akira'dır. Bu sefer Tokyo'yu tehdit eden uzaydan gelen canavarlar değil güç hırsı konusunda ipin ucunu kaçırmış Devlettir.
Neo-Tokyo, günümüz Tokyo'suna daha yakındır, sadece daha büyük ve daha teknolojik ve tüm bunların sonucu olarak aslında insanlar açısından daha izole ve daha antisosyal.
Ama genel olarak kabul gören Tokyo imajı günümüzde geçen, sıradan apartmanlar, sokaklar, sokaklarda insan akışı ama tüm bu sıradanlığa katkı olarak geleneksel japon kültürü, ne işe yaradğı belli olmayan borular, buhar çıkışları vs.


Bu kadar fanatik bir okuyucu kitlesine sahip japonya da bazı mangalar gerçekten çok uzun ömürlü oluyor. 1997'de yayına başlayan One Piece'in kahramanları yanılmıyorsam hala daha korsan kralın hazinesinin peşindeler.
2001'de çıkan Fullmetal Alchemist daha bu sene muhteşem bir finalle hikayeyi sonlandırdı. Ölen annelerinin yokluğuna dayanamayan iki küçük çocuğun fırtınalı bir gecede annelerini diriltme çabaları ile başlayan hikaye nerelere vardı hiç bilemezsiniz.

İlk olarak 1999'da yayınlanan Naruto'da ise sona yaklaşıldı. Öyle ki on üç yıldır devam eden hikaye bitmeden başıma birşey gelecek diye korkmaya bile başladım.
Dile kolay on üç yıl !
Sanılanın aksine her gün aynı çizgiyi çizmiyor adamlar. Uzun soluklu hikayelerde ustalar konuyu öylesine güzel işliyorlar ki zamanla kendi kültürü ve mimarisiyle gerçekten yaşayan bir Dünya yaratmayı başarabilyorlar.

Mesela Masashi Kishimoto'nun çizgileri zaman içinde gözle görülür şekilde gelişti. Zaten kendisi de diyor Naruto'dan önceki işlerinin olgunlaşmamış eserler olduğunu.
Kishimoto'nun şehirlerine bakarsak; Konoha ormanın içinde, Kagelerin yüzlerinin kazılı olduğu dağın yamacındaki bir şehir. Huzur dolu, sıcak bir yer.

Sunagakure ise çölün ortasında kum fırtınaları ile mücadele eden sert bir şehir. Konoha gibi alışık olduğumuz ahşap çatılı binalar yerine dam çatılara ce kum fırtınalarına karşı dar bant pencerelere ve menfezlere sahip kerpiç binalardan oluşuyor.

Ama beni en çok etkileyen Amegakure oldu, Saklı Yağmur Şehri. Dev binalar, gökdelenler, oradan oraya uzanan anlamsız borular, tüm bu borular ve menfezlerle iç içe geçmiş japon kültürünü yansıtan heykeller ve hiç kesilmeyen bir yağmur; neredeyse Tokyo'nun Naruto versiyonu diyebiliriz.

Her şehrin kendi mimarisi, ve o şehirde yaşayanların kendilerine ait bir kültürleri var.
Her Çizgiroman kendi dünyasını yaratıyor bir şekilde. Çizgiroman çizerleri, bana göre çağımızın fütüristleri. Hayali şehirler tasarlamakla kalmıyor yaşatıyorlar da. Gelecekteki yaşantımızda dair fikirleri, günümüz şehirlerini nasıl gördükleri, neler hissettiklerine dair bilgilerle dolu çizgiromanlar. Hepsinin ötesinde son derece eğlenceliler. Kim ne derse desin çizgiroman alışkanlığımdan vazgeçeceğimi sanmıyorum. Benim kitaplığımda her zaman için çizgiromanlarıma ait bir yer olacak, hem de mimarlık dergilerimin hemen yanı başında.

Kaynak: 
Wikipedia
www.onemanga.com
deviantart.com