1 Ekim 2015 Perşembe

Kınalıada Camii

Geçen bir adamla tanıştım. Daha önce duymamıştım, Numeroloji diye birşeyden bahsetti bana. İsmini ve doğum tarihini veriyorsun ona göre hesaplar yapıyor. Karım yediymiş. ben de bol bol dört varmış ve ikimiz de uzaylıymışız. İlk başta 'Uzaylı bu çocuk yea!' manasında söyledi sandım ama baya ciddi ciddi 'Uzaylı bunlar' diyince 'Uzaylı ne demek?' dedim; ruhum geçmiş yaşamlarında başka galaksilerde insan olmayan varlıklar olarak yaşamış.

Galata köprüsü ve Karaköy meydanı yapım çalışmaları sırasında Karaköy Camiinin yıkım kararı alınıyor. Ama o zamana kadar Türkiye'de yıkılmış bir cami yok ve Adnan Menderes hükümeti de ilk cami yıkan iktidar olmaya pek hevesli olmadığından yaratıcı bir çözümle ortaya çıkıyorlar.
Kınalıada'da müslüman cemaat cami yapımı için yardım istemektedir. Peki madem cami istiyorsunuz, bizde de fazla cami var. Kullanmıyoruz zaten, size verelim derler ve cami yıkılmamış taşınmış olur. Tabi camiyi motora yükleyip adaya göndermeden önce kaybolmaması için tüm değerli kısımları ayırmayı akıl edebilmişler. Mesela abanoz ağacından oyma nakışlı ahşap mihrabı ve minberinin Mercan'daki Atik İbrahim paşa camiinde olduğu söyleniyordu. Maalesef yakın zamanda yapılan testler bunun doğru olmadığını ortaya çıkardı. Kasımpaşa'daki Kethüda Camii'nin mihrabının da Karaköy Camiiden geldiği söyleniyor ama o da yakın zamanda fos çıktı. İyi ki değerli parçaları saklamaya karar vermişler değil mi? Venedikten gelen avize, değerli halılar filan hep kaybolmaması için bir yerlere kaldırılmış. Nereye kaldırdığımızı unuttuk ama kaybolmadıklarından eminiz.

Şimdi resmi kayıtlara göre geri kalan tüm parçalar numaralandırılarak adaya gönderiliyor ama motor fırtınaya yakalanınca bir kaç parça haricinde herşey denizin dibini boyluyor. Resmi olmayan hikayede ise şu şekilde:

Merzifonlu Kara Mustafa Paşa Padişah Avcı Mehmet zamanında 7 yıl hizmet vermiş bir Osmanlı sadrazamı idi. Tüm başarılarına rağmen 2. Viyana seferinin başarısızlğa uğramasından sonra uğradığı ihanetler bilinmesine ve ilk başta Padişahın bile ''gg bro'' diye mesaj yollamasına rağmen Viyana'dan kalkıp İstanbul'a gelene kadar rakipleri tarafından altı oyulmuş ve idama götürülmüştü.
Merzifonlunun idamından sonra olaya hakim olacak bir sadrazam bulunamadığından Balkanlar'da çöküş başlamış.

İşte bu Sadrazam kellesi başında iken 2. Mehmed zamanında Karaköy'de yaptırılan harap haldeki tekkenin yerine Raimondo D'Aronco'ya yeni bir mescit siparişi verir. Yağkapanı adıyla anılan, altında dükkanları bulunan cami zamanla harap hale gelince (napıyorlar oğlum bu camileri?) 1903'te bu sefer 2. Abdülhamid'İn emriyle yine D'Aronco tarafından aynı yere Art Nouveau tarzında ünlü Karaköy Camii inşaa edilir.
İki kez kefeni yırtan cami bu sefer 1958 senesindeki meydan genişletmesine kurban gider.

Bugün Karaköy camiinden geriye birkaç resimden ve yazıdan başka birşey kalmadı. O yüzden çokgen planlı olduğunu ve altındaki dükkanları sadece resimlerinden biliyoruz.
D'Aronco, Ziraat bankasının arkasındaki dar parselde camiyi dikine yükselterek karaköy gibi yoğun bir yerde arada kaybolmasını önlemişti. Kemankeş caddesine bakan yüzünde apartman dokusunu devam ettirirken Karaköy meydanına bakan yüzünde hakim alana minareyi yerleştirerek meydanda caminin yerini işaretlemiş.

Ama yapının asıl cephesi bana sorarsanız Galata köprüsünden geçerken sizi karşılayan güney cephesiydi. Buradan gelenler camiyi tam karşılarına almış oluyordu. Ziraat Bankasının arkasından size bakan yapının Minaresi Ziraat Bankası binası ile aynı yükseklikteydi. Cephesi mermer kaplıydı. Bir cami için alışılmadık bir malzeme değil. Ama dışardan kendini belli eden sekizgen plan, T pencerelerle beraber tam bir Art Nouveau örneğiydi. Yine köşelik bir plana sahip mermer kaplı minare gövdesi boyunca spiral bir şekilde dizilen dikdörtgen pencerelerle kaplıydı.D'Aronco, minarenin bitişini sürpriz bir şekilde arabesk uslupta bir şerefeyle bitirmeyi seçmişti.

Adalılar da tüm şu olaylara ve ellerindeki camiye bakmışlar ve demişler ki ''Ne alakası var lan adayla?!'' Merzifonlu Kara Mustafa Paşanın adalara ayak dahi bastığına dair bir ibare yok. Cami desen karaköyde büyük heybetli yapıların arasında kaybolmaması için tasarlanmış. Adada ahşap köşklerin arasında, deniz kenerında tam kel alaka olacak. Devlet desen zaten camide beğendiği ne varsa almış. Venedik'ten gelen avize ve halıları dahi Teberrükat Memurluğuna devretmiş. Sana söküp de satamadıklarını veriyor! Bir akıllı siz misiniz lan diyerek caminin taşlarını satmışlar. Muhtemelen satamadıkları ellerinde kalan taşlar ile hatıra olsun diye ayırdıkları bir parçayı adaya getiriyorlar.
Satıştan gelen parayı ve kalan taşları Mimar Başar Acarlı'ya teslim ediyorlar. O da Mimar Turhan Uyaroğlu ile başlıyor Karaköy camiini bir sonraki hayatına hazırlamaya.

Kınalıada Camii bir önceki yaşamına göre form olarak farklı olsa da olaylara yaklaşımları aynı. Kınalıada camii yine geçmişi taklit eden değil, çağını yansıtan bir cami. Kubbe yerine ışığı içeri almak için birbirinin üstüne binen iki parçadan oluşan kırıklı bir çatıya sahip. O dönemde dahi imamlar minarelere çıkmayı kestiğinden hantal bir minare yapmaktansa amacı caminin yerini göstermek olan daha heykelimsi bir minaresi var. Minarenin bir başka orjinalliği ise ana yapıdan bağımsız olması. Bahçe duvarındaki beyaz taşlar Karaköy camiinden kalan taşlar. Avlu duvarının amacı ise alan tanımlamak. Bu sebepten çok yüksek değil.

İslamiyette camiye yardım olmadığından camileri destekleyecek vakıflar kurmak ve camilere gelir sağlayan dükkanlar yapmak çok eskilerden beri bilinen bir çözüm. Kınalıada camii de aynı çözümden faydalanıyor.
Form olarak Karaköy camii ne kadar dikeyse Kınalıada camii de o kadar yatay.
Caminin namaz alanının yerden yükseltilmiş olması iklim kontrolü için fayda sağlasa da yetersiz kaldığı bir gerçek. Yazın içersinin makul bir sıcaklığa çekilmesi için klima takılmak zorunda kalındı. Üstelik ana mekan ışığı içeri doğrudan almıyor bile.


Sorunlara olan modern yaklaşımları ve cami mimarisine eleştirel yaklaşımlarına rağmen bizde cami deyince olay sadece kubbe ve minare olarak algılandığından bu camiyi yadırgayanlar da çok oldu.
Benim bile hatırladığım '' Böyle cami olmaz. Burada namaz kıldırıyoruz ama eh işte'' diye saçmalayan imamlar oldu. Dedem bile geçen ''CHP dönemi camiisi'' dedi. Biliyorsunuz mimarlık akımlarında yeri var CHP döneminin. Barok-Gotik-Modern-Post Modern- CHP !
Biz hala daha imamların çıkmadığı minarelere neden şerefe yaptığımızı sorgulamazsak, betonarmeden kubbeler yapmaya devam edersek Kınalıada Camii gibi camileri zor yaparız. Emre Arolat bir fırsatını buldu da Sancaklar Camiini yaptı. Ama bu gibi camilerin normalleşmesi, yaygınlaşması için kaç fırın ekmek daha yememiz gerek bilmiyorum. 1964'de yapılmış Camii bizim için hala daha yenilikçi bir camiyse bizde bir problem var demektir.

Türkiye'de kafalar o kadar karışık ki bence insanlar şöyle bir durup kendilerine dışarıdan baksa herşey çok farklı olur. Mesela dönemin savcıları , Ada cami vakfının Modern Türk Mimarisinin en iyi örneklerinden biri olan bu camiyi yaptırmasına aldırış etmeden ''nasıl devletin size emanet ettiği taşları satarsınız'' diye vakıf hakkında dava açtı. Taşların denize dökülmediği ispatlanamadığından kimse ceza almadı diye biliyorum ama asıl tuhaf olan Merzifonlu kara Mustafa paşa camiisinin en başta sökülüp yok edilmesine sebep olan meydan çalışmasının tamamlanmamasıydı. Aslında koca cami hiç yerine sökülmüştü. Zaten nasıl işse aynı meydan alanı içinde gözüken Ziraat bankası binasını sökmeyi kimse düşünmemişti. Savcılar birileri hakkında dava açacaklarsa bence yangından mal kaçırır gibi boş yere camiyi sökenlere dava açılmalıydı.

Kınalıada camii ile ilgili söyleyebileceğim son şey en iyi dondurmacının karşısında yer alıyor olması. Bayrağı babası Ömer ustadan devralan Suat abi ben kendimi bildim bileli Kınalıadada o küçücük dükkanda mevsimlik meyvelerden taze dondurma yapıyor. Adaya her gittiğimde acaba ne yesem diye kara kara düşünmeme sebep olan dondurmalarında çoğunlukla tercihim vişne, limon, kavun, karadut, bal-badem, çilek, bisküvi. Bir külaha 4 toptan fazlasını sığdıramadığımdan tam bir Sophie'nin Seçimi. En son biri Bodrum mandalinası getirip kendine özel dondurma yaptırmış. Biz de tatma fırsatı bulduk. Hani böyle ekşi ekşi olur ama bol çekirdekli olduğundan tadına vara vara yiyemezsin ya. İşte o lezzet.

''Tuğla bile birşey olmak ister.Sorarsınız;Tuğla, ne istiyorsun? Ve tuğla size ' Kemer seviyorum ben' 'Ben de kemer istiyorum ama kemerler pahalı, beton lento kullanabilirim' ve tuğlaya sorarsınız 'ee ne diyorsun tuğla?' Tuğla der ki 'Ben kemer seviyorum''

Louis Khan


Kaynak:
http://camiiler.com/denizin-dibindeki-tarihi-camii/

6 Temmuz 2015 Pazartesi

24 Haziran 2015 Çarşamba

Haftasonu İçin Ada Planı (Hüseyin Rahmi Gürpınar Evi)

Heybeliada’da rastgele dolaşırken bulmuştuk Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın evini. Büyük pembe köşk biraz bakımsız durumdaydı hatta balkonun filan biraz aşağı doğru eğilmeye başladığını hatırlıyorum.

İçeride bizi karşılayan evin bekçisi bakımsızlığın sadece evle sınırlı olmadığından bahsetmişti. Selefi bakmış ev kimsenin umrunda değil, ne gelen var ne giden, başlamış evdeki eşyaları teker teker satmaya. Hüseyin Rahmi'nin, piyanosu, bisikleti, kemanı, mandolini, kristal takımları şimdi kim bilir nerede. Ama yetkililer olaya bir yerden sonra uyanmış olacak ki adama kapıyı göstermişler.

Ev hakkında bilgi edinmeye çalışırken yeni birşey daha fark ettim; farklı gastelerde farklı zamanlarda ve farklı yazarlar tarafından bu ev hakkında yazılmış makaleler var. İşin tuhaf tarafı aslında hepsi aynı yazı. Türkiye'deki gazetecilik seviyesi gözlerimi yaşartıyor.

Konumuza dönersek; Hüseyin Rahmi Gürpınar 3 yaşındayken annesi vefat eder. 3 yıl sonra babası tekrar evlenmeye karar verdiğinde oğlunu anneannesinin yanına yollar. Bu andan sonra çocukluğu hep kadınlar arasında geçmiş. Kadın karakterleri bu kadar iyi yazabilmesini buna bağlıyorlar.

İlk romanı ''Şık'' ile büyük bir başarı yakalayınca dönemin padişahı 2. Abdülhamid kendisine bir beraat yollamış. Bugün bu yolladığı beraat hala daha köşkün duvarına asılı.
''Şıpsevdi'' romanından kazandığı parayla da bu köşkü yaptırmış. Evin rehberi köşkün planını bizzat Hüseyin Rahmi'nin çizdiğini söyledi ama bana burada birilerine haksızlık ediliyor gibi geliyor. Yani Hüseyin rahmi Gürpınarı 1/20 ahşap cephe sistem detayı çizerken düşünebiliyor musunuz? Muhteşem fabrikalar belgeselinde vardı; Ahmet Zorlu nasıl tüm fabrikanın planını kendisinin çizdiğinden bahsediyordu. A4 bile olmayan bir kağıda 'burası tv üretim kısmı, burası buzdolabı üretim kısmı' diye çizmiş olmuş!

Heybeliada'da manzaraya hakim bir şekilde tepeye kurulmuş olan köşk yolun sonundaki son ev gibi. Hüseyin Rahmi bey bir münzevi hayatını tercih etmiş diyebiliriz. Adalılar alışıktır yokuş çıkmaya. Yaşlı adalılar hep dinç kalır evlerinin yokuşunu inip çıkmaktan. İstanbul'dan gelenler telef olurlar o yokuşlarda. Hüseyin Rahmi beye misafirliğe gelen Şükufe Nihal hanım da '' Bu eve gelmek için tayyare lazım'' diye sitem edince de Hüseyin Rahmi bey pek takmamıştır mesela.



Eğimli bir araziye oturan ev, manzaradan en iyi şekilde yararlanabilmek için üst kota göre yerleşmiştir. Yani Şükufe hanımın çıktığı o yokuşun üstüne bir de bahçenin merdivenlerini tırmanması gerekiyordu.

Hüseyin Rahmi bey aslında tam adalı değildi. İstanbul'da doğdu, 3 yaşındayken annesi ölünce babasının yanına Girit'e gönderidi ama babasının tekrar evlenmesi üzerine 6 yaşında anneannesinin yanına Üsküdar'a geldi. Kendi evini inşaa etmeden önce Heybeliadada 10 yıl kadar kiracı olarak yaşadı.

Türk evinde haremlik selamlık kültürü vardır. Kafesler, cumbalar, sokak kotuna pencere açmamalar vs. Ama adalara geldiğinizde bu formül işlemez. Aman sokağa arkamızı dönelim, iç avulumuza bakalım, kapımıza kim gelmiş diye cumbalardan yan yan bakarızlar filan olmuyor. Adalarda hakim rüzgar yönü belli, koskoca İstanbul manzarası dururken arka bahçedeki tek bir ağaca bakacak da değiliz hani. Bu yüzden ada mimarisi günümüze daha yakın şekilde balkon sahibidir. Hüseyin Rahmi beyin evinde de 1. katta ön cepheyi saran uzun bir balkon var ama çekingen balkon çok da geniş değil. Her sabah kahvaltımızı balkonda yaparız diyemezsin.

Evde Hüseyin Rahmi Gürpınar ile beraber yengesi Aliye hanım ve yengesinin kızı Safiye hanım, bir adet hizmetçileri ve arkadaşı öhüöhü (yapmacık öksürük) Miralar Hulusi bey de yaşamaktaydı.
Evin bekçiliğini ve rehberliğini üstlenen kız Hüseyin Rahmi Bey'in çok usta bir aşçı olduğundan, pazar alışverişini Miralay bey yaparken yemekleri Hüseyin Rahmi beyin yaptığından, hatta adada Hüseyin beyin reçellerinin meşhur olduğundan bahsederken ben ' yenge napıyor, Safiye nerede, bu hizmetçiye niye para ödüyorlar' diye düşünüyordum.



24 kişilik yemek masası ev sahiplerinin misafir ağırlamayı sevdiğine işaret ediyor. Yemek odası batı tarzında iken Abanoz çalışma masası ve kütüphanesi ile çalışma masası doğu tarzında. Her odada 19 yy'dan kalma el dokuması halılar ve evin her tarafını saran Hüseyin Rahmi Gürpınar'ın bizzat ördüğü danteller evi tam bir anneanne evine çeviriyor bence.
3 tarafı denize bakan evde ışık konusunda sıkıntı çekilmiyor.
Evin en kıymetli odası olan çatı katı ise Miralay Hulusi beye ayrılmış.



Miralay Hulusi beyin ölümünden sonra Hüseyin Rahmi bey bir süreliğine Mısır'a gitmiş. Bu süre haricinde hayatının son 31 senesini bu evde geçirmişti. Ölümünden sonra Heybeliada Abbas Paşa mezarlığına Miralay Hulusi beyin yanına gömüldü.


Kaynak: 
Wikipedia

http://vatankitap.gazetevatan.com/haber/yazarlarin_evleri_ziyaretcilerini_bekliyor_/1/20959

Muhtelif Gazeteler (!)